Beden eğitimi & Matematik paradoksu

YAZAN: Uğur Ali Yıldırım, Kurucu

Sizlere bu yazıyı Sabiha Gökçen Havalimanı’ndan yazıyorum. Uçağımın kapı numarası uzun süre belli olmadığı için bir şeylerin yolunda gitmediğini sezmiştim. Nihayet bildirim ekranında saatle ilgili bilgi geldi. Tam 2 saat rötar vardı. Büyük hayal kırıklığı. İşte bu duygu beni bu yazıyı yazmak için banka oturduğumda eskiye götürdü. Bu hayal kırıklığına benzer bir duyguyu daha önce yaşamıştım.

İlkokuldaydım, haftada bir kere gelen beden eğitimi dersini dört gözle bekler, iki ders saati sürecek olan eşofmanlarımızı giymek, okul bahçesine çıkmak, “ısınma hareketleri yapmak, öğretmenin göstereceği farklı oyunları oynamak ve muhtemelen beden eğitimi dersi müfredatındaki yer alan etkinlikleri gerçekleştirme” fırsatımızı bir an önce kullanmak için (çok nadir rastlanan bir şekilde) teneffüsün bitmesini isterdik. İşte öyle bir gün, yine eşofmanlarımız elimizdeki poşette iken ders zili çaldı ve biz de heyecanla üstümüzü değiştirmek için sınıfa koştuk ama bir gariplik vardı. Öğretmen sınıftaydı, öğrenci tabiriyle “beden” dersinin iptal olduğunu öğrendik. Üstelik öğretmenimiz beden eğitimi yerine matematik dersi işleyeceğini söyledi. İnanın uçağın rötar yapmasına o kadar üzülmedim şu an. O zaman beden eğitiminin iptali ve üzerine matematik dersi başımıza o an gelebilecek en kötü şeydi. Eğitimci (sınıf öğretmeni) bir babanın oğlu olarak öğrencilik zamanlarımda bu tür şeylere hep sinirlendim. Daha sonra ben de eğitimci olunca çocuklara benzer duygular yaşatmamaya çalıştım.

Öte yandan eğitimcilik yaşantımın ilk yıllarında hep şunu düşündüm: Daha fazla ders daha iyi bir eğitim mi demekti? Çocuklar okul bahçesinde, dışarıda ve sokakta daha fazla oynayarak başarılı olamazlar mıydı? Bu düşünceyi destekleyecek bir şey yoktu elimde. Neyse ki PISA sınavı gittikçe popülerleşti ve Finlandiya, yıllarca yüksek disiplinli, ders saatlerinin diğer ülkelere göre daha fazla olduğu Japonya (ilkokulda çocuklar 7 buçuk saat boyunca okuldadır) Singapur gibi ülkelere ölçümlerde kafa tutar oldu. Şimdi bu neden mi önemliydi? Finlandiya’da çocuklar günde yalnızca 4 saat ders görüyordu. Üstelik sıkı bir disiplin anlayışı yerine çocukları evlerinde hissettirecek (okullarda çorapla gezmek gibi) kadar serbestlerdi. İşte buydu. Aradığımı bulmuştum. Alternatif eğitim sistemlerine olan ilgim bu sayede başladı. Bu maceram çocukların öğrenme süreçlerine bir alternatif sunan, eğitimcilere ve çocuklara fayda sağlamayı amaçlayan sosyal bir girişimin parçası olmamla devam ediyor. Elbette Japonya ve Singapur’un da kendi kültürleri ve ihtiyaçları sebebiyle oluşturduğu “akademik başarıyı” yüksek tutan bir eğitim anlayışları var. Üstelik sayısal alanlarda hala bir çok ülkenin önündeler. Bu onların ekonomik gelişimlerini de destekliyor. Tüm bunlara rağmen bu ülkelerde aileler ve çocuklar, “sınav stresinden” şikayetçiler. Üstelik bu sınavları kazanmak için özel dersler almaları hem onların stresini yükseltiyor hem de çocukların daha fazla zaman harcamasına ( bence zamanlarının çalınmasına) sebep oluyor.

Finlandiya’da ise eğitimde sürekli bahsettikleri “az daha çoktur” anlayışı işe yarıyor gibi görünüyor. Ülke PISA’da belli bir başarının altına düşmüyor ve buradaki sistem diğer ülkelere esin kaynağı oluyor (Finlandiya’dan mı esinlendi mi bilinmez ancak Singapur öğrencilerinin sınav stresini düşürmek için kolları sıvamış bile). Finlandiya eğitim sistemi bir çok ülkeden eğitimcinin araştırma konusu olmuş durumda. Fin ve diğer alternatif eğitim anlayışları üzerinde yaptığım araştırmalar bana her ülke, bölgenin kendi ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik bir eğitim anlayışı geliştirdiklerini gösterdi. Yani dışarıdan ithal edilen eğitim anlayışları, yöntem ve teknikleri büyük ihtimalle başka bir coğrafyada olduğu gibi uygulanamazdı.(Örneğin ülkemizde bir kaç istisnayı çıkarırsak Reggio Emilia, Montessori ya da Proje Tabanlı Öğrenme metodunda eğitim verdiğini söyleyen özel kurumlar bir etki yaratmış değiller. Üstelik bu kurumlar genelde sürdürülebilirliklerini koruyamıyor.)

Şu an ise matematik dersinin “beden” dersine tercih edilmesine benim gibi kızan eğitimcilerle birlikte “biz” olduk. Biz olduktan bu yana, çocukları kendi öğrenmek istedikleri ve meraklarıyla, öğrenmenin merkezine alan bir eğitim yöntemini geliştirmeyi hayal ettik. Hayallerimize daha fazla kişi katıldıkça güçlendik ve şu anda ülkenin farklı şehirlerinde farklı alanlarda eğitimcilerle çalışan Hayal Gücü Merkezi Eğitimci Topluluğu’na dönüştük. Hayal Gücü Merkezi var olduğundan bu yana sınıf içi deneyimlerinden beslenip ülkenin gerçeklerini göz önünde bulundurarak ihtiyaçlara yanıt veren bir öğrenme yöntemi oluşturmaya çalışıyor. Üstelik bunu bu toprakların çocuklarının ihtiyaçlarını merkeze alıp, her okulda uygulanabilir hale getirmeyi amaçlıyor. Derslerin kazanımlarını çocukların ihtiyaçları ve öğrenmek istedikleriyle harmanlıyor. Her gün daha çok eğitimci ve çocuğa ulaşıyor. Şimdi çocuklara iyi bir haberim var! Tüm bunları öğretmenler beden eğitimi yerine matematik işlemesin diye yapıyoruz.
Not: Yukarıda bahsettiğim ve eğitim sistemlerini ders saatlerinin fazla olması sebebiyle örnek gösterdiğim Japonya ve Singapur’un her şeye rağmen başarıları ortadadır. Bunun sebebi kendi ülkelerinin ihtiyaçlarını gözetmeleri ve sistemi ona göre kurgulamalarıdır. Örneğin Japonya’da ders saatlerinin fazlalığına rağmen “yemek saatlerindeki rutin ve temizlik işlerindeki görev paylaşımları” çok etkili , dikkate alınması gereken uygulamalardır. Anlatılmak istenen aynı başarının daha az ders saati ve daha çok oyunla sağlanabileceğinin mümkün olduğunu gösteren Finlandiya örneğinin insanlarda canlandırdığı bakış açısıdır.